Boynumuzdaki Çelikleri Biz Biledik

326 0

“Celladına âşık olmuşsa bir millet

İster ezan ister çan dinlet

İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet

Müstahaktır ona her türlü zillet.” 

Ömer Hayyam

Tarih, kanlı bir kitabın sayfalarını çevirmek gibi. Her bölümde sayısız gözyaşları, her cümlede bir annenin hiç dinmeyen feryadı var. Devamlı değişen zalim ve mazlum dengesinde, değişmeyen tek şey toplu adalet cinayetleri oldu medeniyet merdiveninin her basamağında. Ölen öldüğüyle kaldı, söven sövdüğüyle… Anlatılamayan, anlaşılamayan, ulaşılamayan fikirler can verdi ağızdan çıktıkları sessiz köşelerde. Her devrin kendi raconu, her devrin kendi kötüsü, her devrin masum sevgileri oldu. Her devrin sonunda toprak ete, şeytan günaha doydu. Mutlu sonların asla olmadığı bu Dante cehenneminde, adalet geç dahi olsa gelmedi. Ölen öldüğüyle maktul, döven dövdüğüyle zorba…

Dün, bugün ve yarın; korkunç birer distopya. Kimliksiz yığınların şekilsiz karakterleri, dar ağaçlarında yağlı urgan ipleri, kimsenin kimseyi dinlemediği, hükümlerin en tepeden geldiği sahnelerde gösterildi hikayemiz. Ne izleyeni oldu ne dinleyeni ne duyanı ne göreni… Sessizce can verdi bütün figüranlar, başrollerin ezici kibirleri altında.

Adaletin adil olmadığı yerlerde, sefalet derin olurmuş. Üzerimize yapışan bu kirli yaşam, ruhumuzu sarmaşıklar gibi sardı. Göğümüz pas içinde, göğsümüz zift kadar aydınlık.  Herkesin mağdur olduğu yerde, herkesin haklı olması; itlerin kişnemesi ve atların havlamasıyla son buluyor. Artık it izi ve at izi değil, itler ve atlar dahi karıştı. Çok fazla yalanın olduğu yerlerde; doğrular, doğru gelmemeye başlıyor artık. Hayaller ve gerçeklerin tehlikeli valsinde, bu büyük insancıklar rol çalıyor iblisten.

Orta çağ karanlığının derin uykusundan farkı yok karanlık gecemizin. Cadı avlarıysa hâlâ devam etmekte asil kılıçların gölgesinde. Kalabalıkların ruhsuz sloganları, akıl ve bilinç dışı attığı çığlıkları, kendi kalplerinde bile yer bulmuyor. Kitlesel intiharlar oluyor vicdanların içinde. Bir partizan haykırıyor uzaklardan, bir başkası başka bir noktadan, bir başkası başka… Ciğerimize işleyen bölünmüşlük hissi, hiçbir paydada kavuşturmuyor bizi. Ceplerimiz bomboş, yumruklarımız sımsıkı, dilimizde yalanlardan kurulmuş birkaç siyasi imge… Haydi! Boş ver, düşünme…

İnsan, en haset duyguların, en fasit fikirlerin anavatanı olabilir mi? O masum bebekler nasıl da köreliyor cehaletin elinde. Şeytanların rahminde yetişiyor insanlık.  Münferit kötülükleri, bozulmuş sefil ruhları anlasam da anlayabilmiş değilim toplumsal sefaleti. Anadolu irfanı denilen kutlu medeniyet, bedeviyetin ruhuna rahmet okuttu.  Çöldeki haşerattan daha zehirli, sırtlanlardan daha vahşi, çakallardan biraz zeki… Dört yanımız şerlerle çevrili bir acı parçası olduk. Bildiğimiz tüm erdemler artık bize yabancı.

İnsanlık, insanların zulmünden kurtulamadı. Dünyanın her yerinden yükseliyor çığlıklar. Ölüm kusan bombalar, bebek yutan soğuklar, namus hırıltıları altında can veren kadınlar, bin bir acıyla ezilen keder yüklü adamlar, hayatın baharında yaprak döken çocuklar. Yaşamın ve ölümün arasındaki ince çizgide, hep ölüme oldu meylimiz. Korku, başucumuzdan eksik etmediğimiz bir hikayeydi. Trajedi, gece yatmadan önce yazdığımız günlüklerin bir çeşidi.

Dünü dinledim, şimdiyi yaşıyorum, yarını anlıyorum. Gittiğimiz yollar, indiğimiz basamakları oluşturuyor. Yerin dibine iniyor, bu dikenli basamaklar. Artık Ütopyayı, Güneş Ülkesini ya da Farabi’nin Erdemli Toplumunu göremiyoruz yerin bin kat altında. Biz 1984 yılında tutsak kaldık. Ne günü kurtarabiliyoruz ne de kendimizi. Engizisyon mahkemelerinden beraat alsak dahi, İstiklal mahkemeleri vuruyor hürriyet dileyen kellemizi. Melalimiz anlaşılmıyor, gecemize kimse mum yakmıyor. Varlığımızı, yok hükmünde yaşıyoruz. Yokluğumuz, hiçbir masada söz konusu olmuyor.

Bastığımız toprağa basan binlerce ölü var toprağa karışmış. Her biri yollarımızdan geçti, her biri zehrimizden az da olsa içti. Hiçbiri özgür bir şafağa günaydın diyemeden gitti. Çünkü bizler celladına âşık olan küçük sürüleriz. Boynumuzda parlayan soğuk çeliği biz dövdük cehennemin korunda. Her birimiz kendi celladımızı kendimiz besledik. Başka cellatlar da var dedik, başka koyunlar da var. Başka başka bir sürü şey söyledik. Başka ölümler de var dedik, bak mesela 1200 yılında Fransa’da, ya da M.Ö Afrika’da. Başka bıçaklar da var dedik, başka boyunlarda. Boynumuza yaslanan soğuk çeliği biz biledik. Önceden yaşasın kral derdik, sonraları padişahım çok yaşa. Bizdik her şeyin müsebbibi, hep biz. Boynumuzda parıldayan bu keskin çelikleri biz biledik.

Biz sessiz yığınlarız. Biz köhne kalabalığız meydanları dolduran. Biz korkak yürekleriz, yanlışları kucaklayan. Biz, kendi içinde savaşlar verip, ağzımızdan bir kelam çıkaramayanlarız. Zulmü alkışlayan eller biziz, idam sehpasına çıkan biz. Giyotini bırakan da giyotinde kalan da biziz. Biz, biz olmaya devam ettikçe, biz acziyet ve cehalet burçlarında bekçilik yaptıkça, onlar büyüyecek, semirecek, tahakküm edecek, soyacak, öldürecek, öldürtecek, zulmedecek, güçlenecek… Biz, biz olmayı sevdikçe; onlar, var ya da yok etmeye karar verecek.

Bu biz ve onlar arasında acınası bir rekabet. Ve artık onlar, ellerimizin, gözlerimizin ve sözlerimizin ulaşamayacağı bir noktada, bizi karıncalardan farksız görüyor. Basıp ezmemeleri, merhametlerinden. Varlığımız, onların şefkatinden geliyor. Oysa oturduğu muhkem kalelerin, tuğlaları biziz. Hükmettikleri zenginlik biziz. Karınca da olsak kalabalık olan biziz. Ancak o kadar paramparça o kadar bölük pörçüğüz ki, benlikten bizliğe giden o köprüden asla geçemedik… Biz olduğumuz günlerin gelmesini temenni ediyorum. Sığındığımız bütün limanların yandığı bu dehşetli denizde Allah’a sığınıyor ve O’ndan bu karanlık geceye nur, ölmüş vicdanlara rahmet, sessiz dualara yardım dinleniyorum…

Bir cevap yazın