Bir yolculuğa çıkalım istiyorum sizinle. Bir zaman yolculuğu. Çocukluğuma gidelim beraberce. O en masum en parlak olduğumuz zamana dönelim. Sırma Sokağa gidelim. Çocukluğumun her adımını kucaklayan Sırma Sokağa. Dar sokaklarında seksek oynayalım. Misket oynayalım. Sokağı adeta bir geline çeviren bembeyaz zambakları koparıp tersten parmaklarımıza geçirerek cadı tırnağı yapalım kendimize. Akşam ezanına kadar eve girmeyelim. Camlarda bizi gözleyen annelerimize seslenelim. Ekmek salça isteyelim bir de su. Mahallede tek bisikleti olan kişiyi uzaktan hasretle seyredelim. Bahçelerdeki toprağı ıslatıp çamurdan tencere yapalım. Cesur olanlarımız sıcak yaz gecelerinde çekirgeleri kuyruğundan yakalasın. Karpuzu dilimiyle yiyelim. Suları askın dirseklerimizden. Dut ağacına çıkıp silkelesin birimiz. Yere düşen dutları toplayıp yiyelim. Ne yersek bölüşelim ama. Öyle öğrendik çünkü. Kış gelsin sonra. Kestane yiyelim, portakal kabuklarını sobanın üstüne koyup kokusunda dalalım uykuya. Sobada pişmiş sıcak ekmek kokusuna açalım gözlerimizi. Kar yağsın ve biz pet şişelerimizin üstünde kollarımızı açarak süzülelim yokuş aşağı.
Sonra Nihan teyzeye götüreyim sizi. Hanımeli kokan bahçesine girelim. Cebinden hiç eksik etmediği şekerli leblebilerinden versin bize. Başımızı okşasın. Dünyadaki en sıcak tebessümlerden tebessümüyle gülümsesin.
Çiçekli basma fistanıyla, beyaz tülbentiyle, çakır rengi güldükçe kısılan gözleriyle herkes tanırdı Sırma sokakta Nihan teyzeyi. Ha bir de güldükçe parlayan takma dişleri. Hep parlardı çünkü Nihan teyze hep gülümserdi. Sanki dünyadaki en huzurlu kalp kendine aitmişçesine, sanki tüm mutluluklar kendisine bahşedilmişçesine gülümserdi. Bütün saadetleri mümkün kılmışçasına.
Aslında pek bir şey bilmezdik Nihan teyze ile ilgili. Kimdi, nereden gelmişti, neden yalnız yaşıyordu? Tüm bunlar birer meçhuldü bizim için. Fakat bu soruların hepsi verdiği şekerli leblebilerle uçuyordu aklımızdan. Ne çok severdik o leblebileri. Rengârenklerdi. Her elini cebine atışında heyecanlanıyorduk acaba ne renk leblebi verecek diye. Hem hepsinin bir anlamı vardı bizce. Beyaz leblebi mutluluk demekti mesela. Pembe leblebi para ve mavi leblebi şans.
Leblebileri kadar tatlı sözleri vardı Nihan teyzenin. Bir defasında “Benim yıldız gözlü kızım” demişti bana, “Nasıl da parlak parlak gözlerin.” Gerçekten yıldız gözlü müydüm bilmiyorum ama eve koşup anneme “Anne Nihan teyze dedi ki benim gözlerim yıldız gibi parlıyormuş” demiştim. Tebessümle cevap vermişti annem.
Çocukluğumun en değerli parçası oldu Nihan teyze. Hiçbir zaman unutmadım onu. Bir zaman sonra ayrılmak zorunda kaldık Sırma sokaktan. Hanımeli kokusu, şekerli leblebi, seksek oyunu hepsi birer anıya dönüşmüşlerdi. Yılların da yolların da eskitemediği anılar.
Sonra bir gün annemle yeni evimizin balkonunda oturmuştuk. Günün yorgunluğunu maziyi düşünerek atmak isterken düştü aklıma Sırma Sokak. Ve tabi Nihan teyze. Anneme sorum Nihan teyzeyi sence nasıldır diye. Hala gülümsüyor mudur öyle? Dört yanımızı çeviren beton bloklar onun hanımelilerini de koparmış mıdır? Leblebileri hala revaçta mıdır çocuklarca yoksa artık bonibonlar mı almıştır yerini, o güzelim leblebilerin?
Anneme Nihan teyzenin neden yalnız olduğunu sordum. Yok muydu kimi kimsesi? Hem kimsesi olmayan insan öyle huzurlu gülümser miydi? Bir insana kedilerin saksılarını devirmesi bile tebessüm ettirir miydi?
Annem önce sessizce beni dinledi sonra başladı anlatmaya hikâyesini Nihan teyzenin. Başka pek kimselerin bilmediği fakat şimdi sizin de öğreneceğiniz bu hikâyeyi.
Dünyaya gözlerini yetim açmış Nihan teyze. 3 yaşında öksüz kalmış. Hayata en güçlü dayanaklarını kaybederek başlamış. Amcasının çiftliğine vermişler sonra. Orda yaşamaya başlamış. Çok iyi kalpliymiş amcası. Anne babasının yokluğunu hissettirmemeye çalışmış Nihan teyzeye. Fakat kader bu, 12 yaşındayken amcasını da toprağa vermişler. Dünyada tanıyıp sevdiği ilk insanı da böylece kaybetmiş. Amcasından sonra bütün işleri üzerine yığmış yengesi. Ev ilerini de o yapmış, koyunlara da o bakmış. Genç yaşında kız başıyla çoban olmuş Nihan teyze. Bir çobana vurulmuş sonra. Kaderinin bir yazıldığı bir çoban. Çoban da sevdalanmış Nihan teyzeye. Kim sevdalanmaz ki o çakır gözlere?
Yengesi önceleri diretse de izin vermiş evlenmelerine. Ve dünyanın en huzurlu yuvasını kurmuşlar. Öyle demiş nihan teyze anneme. Köyde yaşamak zorlaşınca şehre göç etmişler. Pek sevmemiş Nihan teyze şehri. Doğduğu topraklardan ayrılmak zor gelmiş ama huzurları varmış ya o yetermiş. Bir de erkek yavruları olmuş dünyanın en mutlu çiftinin.
Birbiri için çarpan bu iki yürek, bu coşkun sevda, bu huzurlu hane artık 3 kişilikmiş. Öyle basit bir sevgi değilmiş Nihan teyzeyle eşinin sevgisi. Öyle ki her maaş alma gününde bir demet hanımeli ile gelirmiş eve eşi. Bir de şekerli leblebi getirirmiş yavrularına. Bir demet hanımeli ile bir gazete kağıdına sarılı şekerli leblebiler bir insanı dünyanın en mesut insanı yapmaya yetermiş meğer.
Bir gün… Bir kara gün. Yürekleri yakan bir haber çökmüş evlerine. Dağlamış yüreklerini. Eşi kalp krizi geçirmiş iş yerinde Nihan teyzenin. Hayatına öksüz yetim başlayan, çocuk yaşında tek tutunacağı dalını da kaybeden Nihan teyze şimdi öteki yarısını kaybetmiş. Bir yürek kaç defa dağlanır böyle? Bir yürek en fazla ne kadar acıya dayanır? Nihan teyze dayanmış işte. Tek varlığı oğluyla bir başına kalmış yüreğinin yangınıyla.
Yıllarca çalışmış, didinmiş okutmuş oğlunu. Üniversiteyi kazandığını öğrenince dünyanın en mesut insanı olmuş. Dünyadaki tek varlığı, eşinin yadigarı yavrusu şimdi okuyacak ikisini de rahat ettirecekmiş. Ama uzun sürmemiş bu mutluluğu da. Gencecik evladı bir kör kurşunla öldürülmüş. Dünyadaki tek sevdiği insanı da yitirmiş Nihan teyze. Bir başına kalmış. Bir başına tutunmaya çalışmış hayata. Alnının teriyle kazanarak yaşamış. Yaşamaya çalışmış. Yaşamak zorunda olduğunun farkındaymış çünkü. Yığılmış üstüne hayat çilesi, boğuşmuş elleri buruşana dek.
Çalışamayacak kadar yaşlandığını, yorulduğunu hissettiği günlerden birinde bir haber gelmiş köyden. Vefat eden yengesinden ardından kalan bir haber. Amcasının son isteğiymiş mirasından Nihan teyzeye de hak verilmesi. Yengesi de yerine getirmiş bunu göçüp gitmeden önce. Elinde avucunda ne varsa satıp bu parayı da kullanarak gelip Sırma sokağa yerleşmiş Nihan teyze. Bizim Nihan teyzemiz olmuş.
Hikâyeyi dinleyip hafifçe yaşaran gözlerimi sildikten sonra fark ettim bahçeden eksilmeyen hanımelilerin ve cebinden eksilmeyen şekerli leblebilerin bir de tebessümün nedenini. Dünyaya meydan okuyan bir tebessümdü bu. Sanki hiçbir acı yüreğine işlemezmiş gibi bir tebessüm. Bütün sevdiklerini kaybetmiş, hayatta kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış birinin gamsız tebessümüydü. Bütün acıları omzundan silkeleyerek atarcasına, hayata kafa tutarcasına.
Bizimse hala yakında veya uzakta yanımızda veya değil sevdiğimiz insanlar var. Gülümseyebileceğimiz, sarılıp muhabbet edip yorulduğumuzda omzuna sığınabileceğimiz. Öyleyse hala neyi bekliyoruz tebessüm etmek için? Her şey yolundayken neden ufak şeyleri kendimize dert etmekten vazgeçip sevdiğimiz her insan, aldığımız her nefes hissettiğimiz her sevgi için şükretmiyoruz? Neden bu mutsuzluk hani nerde tebessümümüz? Her şey için geç olmadan sesini duy şimdi sevdiğin insanın. Gülüşünü gör. Sarılışını, sevgisini hisset. Sevdiklerin hala yanındayken onları yaşa ve sonsuz şükret.
Hayyamın şiirinde dediği gibi;
“Her şeyi düzene koymuşsun gibi yaşa
İçindeymişsin gibi yemyeşil bir sevincin
Sanki geçimin falan yolunda
Çiy gibi oturdun say yeşillikte bir gececik
Kalkıp gidiyormuşsun gibi sabahleyin.”