Ne zaman ki küçük yahut kısa süreli bir inceliğe denk gelse, doyasıya yaşardı o anı, saniyeler tüketmeden evvel Müjgan. Fakat o gün bütün saniyeler tükensin istemişti, kapı aralığında durduğu vakit. Kimselerle konuşup görüşmediği iki haftanın sonunda, ilk selamıydı bu ve bir hayli tedirgin edici. Öyle gelmişti ki Müjgan’a, tanıdık bir sesti bu. Sonrasında kapıyı tutan bir çift eldi bu tanıdıklığa şahit gelen, uzun ince parmaklarıyla birlikte. Ve küçük bir kalp çarpıntısının ardından, gayriihtiyari yukarı çevirdiği gözlerine denk düşen bir çift çakmak çakmak bakan göz.
Okuyamadı Müjgan o gözleri, okunmak ister gibi bir halleri de yoktu zaten. Sadece hoşnutsuz bir şaşkınlık… Ağır ağır yüzünden silinen bir tebessümle karışık. Sıkışan ciğerlerine güvenmez bir tedirginlikle, hızlıca koştu Müjgan çatı katına. İlk trabzanları bırakıncaya değin eli, bakmıştı o yüz arkasından. Çalışsaydı o her zaman bozuk asansör, kirli sarı duvarları arasında, görülmeyecekti yüzünün katıksız beyazlığı. En üstteki düğmeye basıp, verecekti sırtını geçmişe. Fakat pek ağır geçti o an, koşar adımlarla da olsa dönemedi sırtını kolay kolay, önünden bir hışım fırlayıp gittiği geçmişine. Kümesine girdiği gibi uzattı başını, 3m2’lik balkonunun sararmış plastikleri ile çevreli penceresinden. Göremedi dantel işli perdeden ötürü uzaklaşan anılarını, köşeyi bitirirken yakaladı onu biraz biraz. Uzunca bir adam, telaşlı adımlarıyla, yanıyor yine tütünü karanlıkta. O ince uzun parmaklarında… Pabuçlarını görebilmek ümidiyle biraz daha çıkardı başını sokağa, çıkaracaktı belki hangi evin kapısında durur onlar. Bilirdi çünkü her dairenin önünde dizili gelen modelleri. Taşındığı dördüncü daireyi de çatı katında buldurmuştu Müjgan, bu yüzdendir ki ne kaçırdığı bir yüz ne duymadığı bir ses ne de geçip gitmediği bir pabuç kalsın yanından. Pek severdi dikilip önünde paspasın; öylece düşünsün, kimdir, neyin nesidir diye. O dikiledurduğu vakitler bir kapı açılırdı da en nihayetinde, çabuk adımlarla kaçardı oradan Müjgan. Gözleri bir başka göze değecek, sesi bir başka sese çarpıp yankılanacak diye boşlukta, ödü kopardı. Ondandır hep çantasında bir şeyler arıyormuş gibi geçip gidişi mahallelinin yanından, önüne döktüğü uzun saçları ile birlikte. Tabii bir kapı gıcırtısına karışarak azalan o tanıdık sesi duyduğu gün dışında.
Biliyordu ki buluşmak isteyecekti bundan sonra hep, o koyu yeşile çalan bilindik gözlerle. Başı önünde geçen kayıp senelerini ararcasına bakacaktı etrafa. Hep bir an kovalayacaktı kapı önlerine denk düşen. Lakin bu kovalamaca pek zor olacaktı, Müjgan’ın bir kafesi andıran günleri arasında. Kafesin içinde ince bacaklarıyla bir kuş, gün boyu çırpınarak oradan oraya seker, geceleyin kör karanlıkta döndüğü kafesinden, sabahları da gün ışımadan çıkardı. Bütün bir günü ayakta geçer, etleri kesilirdi yorgunluktan kimi zaman da. Hiç açılmayacak gibi hissettiği kafesinde Müjgan, laklak edecek birini de aramazdı, sevmezdi kimse onun sıkı ağzını. O da mahrum kalırdı Leyla’ların, Fatoş’ların Ezgi’lerin lakırdılarından. “Pek saçaklı kız, üstüne başına da bakmaz, tek bir güzel şeyini gördünüz mü o parmağındakinden başka?” der dururdu dükkandaki Leyla’lardan biri. Annesinin ilk maaşı ile aldığı, gençliğinden kalma yeşil altınını takardı Müjgan her zaman sağ eline, üç adet minik pırlantalı. Ten rengi cilalı parmaklarında ve hafiften sarı tüylü kollarında başka incik boncuk yoktu. Açık kumral saçlarında hep bir sabah mahmurluğu, ela gözlerinde de yer yer hüzün, aman üstüme düştü düşecek diye bekleyen. Bir gece kapatmıştı da gözlerini, gecenin de yükünü alıp çöküvermişti üzerine korktuğu o hüzün. Aklına düşmesin diye dualara sığındığı kaç geceyi zor şer sabah etmişti de, o geceden sağ kurtulamamıştı. Ensesinden boşanan soğuk bir terle uyanmış, dirsekleri üzerinde doğrulurken sırılsıklam olmuş yastığının değdiği yerlerden hatırlamıştı, birkaç kez daha karşılaşmalarını. Dört bir yandan kovaladığı o anlarda… Kimi zaman yine solgun sarı bir ışık altında, kimi zamansa o ışığa kıvrılıp giden bir yol üstünde. Hoş, hiçbir seferinde aralayamamıştı dudaklarını, o ağız dolusu birikmiş küfürlerini edebilmek için. O ise omzu omzuna değip de bir ateş parlayana dek yanaşıp öylece geçip gitmişti yanından her seferinde. Bekleyivermişti Müjgan yine de ısrarla, güç bela erken çıktığı her iş dönüşü; bir beş dakika daha, olsun bir on daha… Belki gelir diye. Gelmemişti birkaç kezden sonrası. Soramamıştı Müjgan bu defa da, “Ne vardı da çekip gittin, bir başıma beni ne diye attın onca gönül kırgınlığı arasına?” diye. Eski yeşil kadifeden ceviz oymalı kırık kanepeyi görünce bir dönüşün kapının yanında, pek hafif gelmişti diğer bütün kırgınlıklar Müjgan’ a. O zaman anlamıştı, taşınmış meğerse birkaç gün önce, ondan yokmuş ortalarda. Görür görmez tanımıştı, bir selam çakmıştı o kanepeye sokağın en başından. Oturmaya kıyamamıştı da, karşıki arnavut kaldırıma tünemişti. Otursa, kalan bütün güzel anılar kirleniverecekti sanki. Şöyle bir bakmıştı ona, ilkin orada değmişti bedenleri birbirine, ürkek ve çocuk tavırlarla. İşte öyle yine solgun bir ışık altında. Şimdi titrek bir tuvalet ışığı almıştı onun yerini. Kalktı yataktan peşi sıra sürüklenen anılarıyla, terini silmek için. Aynaya baktı Müjgan uzunca bir süre, süzülerek kurumuş su lekelerinin ardına. Çok uzaklara…
Kumral saçlarında yer yer ışıltılar, keza gözleri de öyle, çok yürek yakacakmışçasına parlak. Kalem dudaklarında kıpkırmızı bir boya. Tek değil birkaç çeşit altın bu defa; parmaklarında, kollarında, gerdanında. Yeşil, sarı, beyaz sıralanıyor işli işli. Pek heyecanlı, elleri kolları, şakası, sohbeti… Bir gülüşü ile doyuruyor erkekleri. Eskiden işte öyle bir kızdı Müjgan. Çok değil, ilk aşk sonrası fakat pek çok aşık adam öncesi. O zamanlar, o görünmez kuş kafesini altın bilezikleriyle kırmaya çalışırdı da, lakin kitapla defterle değil tastamam güzelliği ile takardı onları koluna. Ay olur belki yıl olurdu, güle oynaya geçindiren güzellik yetmemeye başlayınca o bileziklerin sahiplerine; girip çıkıp deştiği her kalbin altından başka yere taşınır olmuştu Müjgan da. Senin diyorlardı ruhun beş para etmez! Hele herifin biri de çıkıp ona, “Şu saçların kadar güzel olamadık seninle be Müjgan!” dememiş miydi? Pek çıldırmıştı da, hala yankılanır durur kulağında. Ne diye olacaktı onunla güzel, aşık mıydı sanki ona?
O ilkin bir kapı önünde güzel olmuştu da yine, anlayamamıştı, gençliğini o pas kokulu okul kapısının önünde bırakıp, ruhu üstüne basıla basıla ezilene dek. Bilememişti bırakmadan evvel okulunu. Ermemişti aklı, çakmak çakmak bakan o gözler ilk bırakıp gittiğinde onu. O zaman da soramamıştı işte, “Ne diye aldın başını gittin?” diye. Müjgan’a kalırsa çocukluğundan soramamıştı o vakitler. Ne bilsindi, safi ve çıkarsız bir sevgi beslemenin kadın olmanın kurallarına aykırı olduğunu. Sonraları kadın olmayı öğrenmişti Müjgan, öğretmişti kendine, öğretmişti uzunca bir adam, kaçarken telaşlı adımlarıyla… Bu yüzdendir ayran gönüllülüğü biraz da. Ondan sebeptir ki cebi şişmeye görsün bir adamın, Müjgan takardı hemen koluna. Böyle kadın olunurdu çünkü, biliyordu artık. Bundan böyle bu iş, kadife kaplı bir kanepelik iş değildi. Ne bekleyecekti bir adamın yolunu çocuk gözleriyle, ne de bakacaktı ondan yana gülle, güzellikle. Varsa yoksa cebe bakacaksın Müjgan, cebe! Gel zaman git zaman; anası, danası, mahallelisi, derken herkes pek bir oynak oldu bu Müjgan demeye başlamışlardı ardından, duyardı. Çocuk sevdasıyla sevdiği zamansa pek saf, pek salak… Aldırmıyordu, ne diyeceklerdi başka? Ya söveceklerdi kadınlığına ya da döveceklerdi kadın olamamış bir çocuğu… Dövdürmezdi elbet Müjgan kendini ama söyledikleri de bir iki derken yetmişti canına. Boynunun bağı olmuştu artık gerdanlıkları, yediği lokmaların sayısı, aldığı bedduaları… Pek değer verdiği cicileri, bicileri, elmasları ile terk etmişti bir adamcağızı daha. Atıvermişti ana evinin oradaki belediyenin çöplüğüne. Geçmişi de bırakmıştı çöpe usulca o gün. Baktı; seneler öncesinde, bir zırh gibi giyindiği çocuk ruhunu atmıştı, sevişini, gülüşünü atmıştı. Sonra da süslerini koymuştu yanına torba torba, yaşama dair kalan son hevesleriyle birlikte. Bir iş tutacaktı kendine. Bir yaşam kuracaktı en başından. Fakat bir çocuğu öldürmüştü önceleri, bir kadını sonra da. Ölen geri gelmez ya, ondan beridir gözlerinin feri hep sönüktür Müjgan’ın. Cebine iki lira dolmuş parasını koyar, bir ölüye borç gibi taşıdığı ruhunu da alıp çıkar evden her sabah. Bir insan; ne çocuk, ne kadın, ne ana… Sadece bir insan olmanın telaşıdır nicedir Müjgan’ınki. İdareten bir hayatın gölgesi altına sinmiş, kimselere bakmayan. Hatta bazen kendine bile. Kaldırımlar, konteynerler, yol çizgileri, ışıklar… Akıp giden asfalta dahi bakardı da bir insanlara bakmazdı, titizlikle seçtiği o çatı katlarının dantel perdeleri ardından.
O gün dışında. Bir çocuk olarak bıraktığı o adama yine bir kadın gibi bakamadığı o gün dışında. Yine kendine yenilip de günaşırı bekleyedurduğu o adam dışında. Her akşam saniye dahi kaybetmeden, anahtarları hazır edip hızlı hızlı girmişti demir kapıdan Müjgan, o yine gittiğinden beri. Ne olduysa o kapı önlerinde olmuştu çünkü. Ne vakit biraz bekleyecek olsa orada, sıkıverirdi dişlerini, tırnakları ile de bacak etlerini. Yakardı yüzünü, o sarı solgun ışık. Artık ne zaman bir inceliğe denk gelecek olsa, uzaklaşmalıydı hemen oradan. Uzaklaştı… Kurumuş su lekelerine bakıyordu şimdi yine Müjgan. Uyanırdı da işte böyle bazı geceler, düşünür dururdu kafesinde. Su çarptı yüzüne. Yeni bir çatı katı tutacaktı. Mırıldandı kendi kendine. Hiçlik kalacak bu defa, bir insan olmayı dahi unutacağım bu defa, hatırlamayı unutacağım, tutunmayı bir sevdaya, parasıyla puluyla kim varsa atacağım bu pis kokulu apartman boşluğuna. Pek tabii, altına dönmeye başlamış kafesi dışında.