Birinci Gece
Bu şehirde sığınabileceğim hiçbir yer yok. Gökyüzünün yabancısıyım. Yürüyüşümün sonunda çevresine kendi karanlığını yayan eski bir kapının önünde durdum. Seni çağırdım çıkmaz sokaktan. Geldin bir süre sonra. Bir elinde yağmur, diğerinde şemsiye. Adımlarında mevsim soğukları, gözlerinde tazelenmiş gün ışığı. Seni çağırdım. Güzellik ve zorluk taktın koluma. Kapını açtım, arabaya buyur ettim. Bindin. Yola çıktık sınırlarını çizdiğimiz eşsiz bahçeye doğru.
“Yağmurlar dönerken kara” diyor. Hemen nerede diye soracaksın. Bildiğin gibiyim, ben hâlâ radyo dinliyorum. Arabanın radyosu bazı şarkılar bırakıyor aramıza. O küçük hatıralar yığınından sonra bile hâlâ… Şarkılar yarım, bu usule bundan alışamayışım. Ağacın dalında tek elma var. Yarısı ısırılmış. Pay edebilir miyiz aramızda? Bu tarafa bakanlar önce elmayı görürler, sonra beni. Istıraptan doğmuş yarım yamalak sözcükleri. Hayaller pırıl pırıldır kuşların ürkekliğine karşın. Kötücül ve kasvetli olsalar hayal olabilirler miydi?
“Bazen keşke tanımasaydım seni diyorum.”
“Neden?”
“Yazdıklarını okurken bu satırları yazan kimdir acaba diye merak etmek isterdim.”
Olmaz işte. Yaşam uzlaşmacı yanını saklayacak senden. Ona erişemediğin gibi daima onunla mücadele edeceksin.
Şimdi ben birtakım sözcükler yazmaktayım sana, mürekkebini soğuk gecelerimden damıtıp. Yüzünü ayaz çalmış güller nasıl beklerse güneşi, öyle beklemişimdir seni. Soğuktur ve yağmur yağıyordur. Düşlerim senin uzak ve erişilmez ülkenden gelecek bir sıcak dost selamına muhtaçtır, ben sana. Bilmezsin, anlamazsın. Anlarsın da görmezden gelmek daha mı kolayına gelir, bilmem. Bilmek istemem.
Okur ve anlamazsın mektuplarımı. Yol hikâyeleri: kavuşmalar, ayılmalar, ayrı kalmalar. Erken gelişler, geç kalışlar, vakitsiz gidişler. Hep acele, hep yetişmek için gayretlenme, hep geride kalma ama hep… İşte böyle. Çiçekleri, kuşları, kalemi, kelamı, kelebekleri ve güz yapraklarını, güzel şarkıları, bana şiir ve yazdıran ve okutanları da sözcüklerime sarıp sarmalıyorum. Sonra sen geliyorsun ve büyü bozulup başka bir karşılaşmaya doğru yol alıyor. Bir çiçeğin açmasını aylarca bekledikten sonra serseri bir fırtınanın onu dalından koparıp yere savurmasından korkuyorsun. Haklısın. Çiçeğini soldurmamalıyım. Sen, mutlaka meyveye durmalısın.
Bilmem ki nasıl anlatmalı? Uzun uzun beklemeden açmaz hiçbir çiçek. Elmaların meyveye durması uzun yıllar beklemeyi gerektirir. Aylar, mevsimler ve sabırla geçen birkaç yıl… Bu arada insan didinir bir şeyler yapmak, bir şey yazmak, bir şey olmak için. “Şey” eşyadan başkası değildir oysa. İnsana düşen “şey” değil “bir” olmaktır. “Bir” olmak için diğer yarısına ihtiyacım var elmanın.
İkinci Gece
Bordo çilelerden güz yaprakları örersin gergefinde. İnce uzun parmakların karanlığın ortasında bir ileri bir geri sonsuzca gelir gider. Parmakların ince, gölgen solgun, gözlerinin etrafı kederli. Ama içinde binlerce umut saçarak ıslak sokaklara… Karşıma gelirsin beklenmedik zamanlarda. Karşıma çıkmandan, karşılaşmaktan söz etmiyorum. Gelirsin. Ölçülü, rahat, gözü pek.
Suskunluğu işliyorsun katman katman elindeki örgüye. Şaşkınlığını yere düşürmeden taşımak derdindesin. Başaracaksın. Her vedadan hemen önce “Gitmem gerek.” Diyeceksin ve ben “Tamam.” diyeceğim. Evine, kapına, kendi varlığına gitmek istiyorsun. Gerçek olamayacak denli dikey yükler omuzunda. Ama ağır, gerçek. Gerçekten ağır bu ağırgerçek.
Kuşların güneye uçtuğu şehirdeyim. Sevdanın kar yüklü bulutlarını üzerime bırakıp ayrıldı çoktan. Bir gitmek türküsü daha söylüyor rüzgâr. Zarif, ince, kederli sızılar açıyor dallarda. Çınarlar yaprak döküyor kar havasına nispet yaparcasına. Gözlerin küçük, ıslak, lekeli. Bana filtre kahve söylüyorsun, kendine salep. Gözlerin gözlerime kilitli ve daima arıyor, arıyor, arıyor. Kahvem koyulaşıyor bu korsan buluşmada. Vakit kendi içinde helezonlar çizerek zamana evriliyor. Muhabbet, bitmeyen bir yolculuğu fısıldıyor. Sen çiçeklerden, kuşlardan, çilelerden ve kederlerinden söz ediyorsun. Baharda ıslandığın yağmurdan, aralıkta üşüdüğün ayazdan, parmak uçlarınla bulduğun gizli geçitlerden, kaçışlardan, bana gelişinden, benden gidişinden, yaklaşmaktan ve uzaklıktan söz ediyorsun. Bin kelimenin etrafında dolaşıp duruyorsun uyanık bir bilincin dikkatiyle. Kelimeler hazine hazine kuşatıyor nefesini. Buğu yerine anlam tütüyorsun o soğuk şehrin o üşüten yağmurunda. Şemsiyene rağmen. Ve bana…
İnsan bir sabah uyandığında kendini her şeyi terk etmeye hazır hissedebilir. Bu duyguyu bilir misin bilmem. Yanına hiçbir şey almadan ve geride bırakarak her şeyi, kederler dâhil, gitmek uzaklara. Uzağa, çok uzağa ama senden uzağa değil. Kanatları kanayan bir kuşa dönüşerek bırakmak kendini sonsuz boşluğun ortasına… İnsan bir sabah uyanır, vurur kendini yollara. Bilir misin bilmem. Ben bilirim ama. Her gece seni terk edip her sabah sende uyanan benim. Elbette bileceğim.
Hayatta ilk öğrenmen gereken şey beklemektir. Ve ilk unutacağın aynı zamanda. Öyle ki önce neyi beklediğini unutacaksın sonra beklemenin kendini. Sonra… Unuttuktan sonra… Sonları başa alarak geçecek zaman. İkimizi de döngüsüne çekecek. Sen örgünü öreceksin, ben yazılarımı incelikle… Dünya yalan ama düşlerim gerçek, görüyorsun. Elmanın yarısını sahiplenen bir gerçek düş. Düşgerçek.
Üçüncü Gece
Nasıl titrer bir kuşun kalbi balkondan kovulunca, nasıl parçalanır yere çarpan her damla… Bilirim. Sen hep okursun ben hep bilirim. İkimiz de anlamayız kelimeler neden bu kadar girift, neden bu kadar fazla. Heykel’e gel diyorsun, Heykel’e geliyorum. Taşın kalbinden kazıyorum yüzümü yakan soğukluğu. Sonsuz kelimeler bırakıyorum ardımda hiçbiri sana ulaşmayan. İnsan hiç ardında bıraktıklarıyla yarına ulaşabilir mi? Ahmakça bir kavganın içinde buluyorum kendimi.
“Adımı unuttum / Adı olmayan yerlerde” *
Adımı unuttum işte sonunda, adım atmayı. Bana bir baktın ve unutturdun kâinatı adımlamayı.
Gelmişim ama sana gelememişim. Gelmiş sayılır mıyım şimdi dünyaya?
Uzanmayı öğretmişler ama dokunma demişler. İncirin meyvesi şifa, sütü zehir. Uzan ama dokunma.
Bakarım da bakmam. Ta içeri bakarım, en mahremi görürüm de görmem. Bakmamanın, görmemenin, anlamamanın daha azı yetmez bana. Yanılıyorsun, ulaşılan her son öldürmez insanı. Bin kere ölmüş olan, bir kere daha ölemez.
Yasemin kokulu sabahlara uyanmak istediğini söylüyorsun. Bu soğuk bozkır kentinde nasıl da zor! Denizi eteklerinden sürüyüp getiremem ya sana… Her şeye sahip olmak istiyorsun. Evet, her şeye… Yani aslında hiçbir şeye. Asla mümkün olmayacak bir gerçekliği diliyorsun. Düş denemez buna, hayal hiç denmez. Kapılar hiçbir yere açılmıyor. Orada duruyor, hiçbir yere gitmiyorsun. Kapını bana açmıyorsun, açmayacaksın. Bunu bile bile oraya geliyorum ezerek sonsuz sayıda çınar yaprağını.
Gel, masalımı sen anlat. Başkası bilmesin girdiğim sınavları, atıldığım macerayı, atlattığım badireleri. Sen bil, sen anlat. Sözcüklerimin sahibi sensin. Birlikte arayalım binlerce nesildir taşlar altında yatan o sırrı. Esrar-ı cinayet midir yoksa esrar-ı muhabbet mi, kim bilebilir?
Rüzgârın her girdabı yeni bir hüzün bırakıyor kapıma. Sen kahverengi düşler işliyorsun rüyalarımın dolambaçlarına. Küçük bir boncuğa dönüşüyor gözünün lekesi gözümün içinde, bir ucunda “ben” olan bir ilmek atıyorsun el alışkanlığıyla. Belki de bilincinle okuyorsun ellerimin tedirgin ritmini. Aramızda düğümler, düğümlenmeler, çözülemeyecekler. Bağ, bağlanma, çözgü ve çözülme. Özümde telaş, sende memnuniyet içine düştüğüm halden.
Eriyor avucuna dökülen karlar. Düşen değil, hayır. Dökülen bulutlardan.
Duruyor, duruyor ve bir anda “Beni evime götürmelisin!” diyorsun. Sesin mesafeleri parçalayıp göğsüme saplanıyor. Seni evine götüreceğim. Elmanın diğer yarısı yensin yenmesin.
Yürüyüşümün sonunda çevresine kendi karanlığını yayan eski bir kapının önünde durdum. Seni çağırdım çıkmaz sokaktan.