Modern Zamanların Modern Sancıları

59 0

Birçoğumuz hayatımızın ritmini, rengini, kokusunu, duruşunu bozmadan bir şeylerin yolunda gitmesini ve engelleri minimuma indirerek mükemmelliğin bizi bulmasını isteriz. Evet, isteriz ve istediğimizle kalırız çoğu kez çünkü gizli bir güç yaptığımız planı adeta teşrih masasına yatırır ve ‘burada bir terslik var’ der. O gücün planımızın üstünde bir planı vardır.

Antonio Salieri, Viyana Sarayında kapellmeister olduğunda geniş kitlelerce en iyi besteci ve müzisyen olarak tanınıyordu ancak o gizli güç karşısına ‘dahi çocuk’ Mozart’ı çıkarmıştı. Salieri,  varmak istediği her şeyin kendisine değil Mozart’a bahşedildiğini görünce, Puşkin’in Mozart ve Salieri küçük tragedyalar’ında ifadesini bulan çöküntüyü yaşamıştı.

Gözünü kin bürümüş, ezilip toza belenmiş
Can çekişen bir yılan – kim diyebilir bunları
Mağrur ve hür ruhlu Salieri’ye? Hiç kimse!
Gel gör ben söylüyorum şimdi
Nasıl kıskanıyorum – nasıl. Tanrım!
Nerde adalet, eğer kutsal yetenek,
Ölümsüz deha, bunca didinmeyi, köleliği
Mükafatlandırmıyorsa – tam tersine
Uçarı bir serserinin beyninde yeşeriyorsa
Sorarım nerde adalet? Ah Mozart. Mozart!

Büyük ve yıpratıcı bir kıskançlık, ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi insanı yiyip bitiren bir haset ve ötesinde derin bir hayal kırıklığı; takdir edilene rıza göstermeme, olanla yetinmeme. Nefislerde olanı en iyi bilen o gizli güç, akışı bozan, müziği değiştiren, müziği değiştirince dansı da dönüştüren müdahaleleri belki bir cezalandırma belki bir ıslah, terakki ve terbiye aracı olarak kullanıyor. Tam bu noktada, bir sabah kendisini dev bir böceğe dönüşmüş olarak bulan Gregor Samsa’nın ‘benim suçum ne?’ dediğini duyarız. Gregor haset değildi belki ama özüne yabancılaşmaktan da hiç şikayetçi olmamıştı. Evet, burada da bir terslik vardı. Sanırım çok dikkatli olmalı bu hayatta. Azami derecede dikkatli olan da günlük problemlere takılabilir dikkatsiz olan da, programlı güne başlayan da günü akışına bırakanda ve güz sancısı çeken de bahara yakın duran da. Eğer burada bir terslik varsa müdahale kaçınılmazdır. Hiç beklemediğimiz bir anda tesadüf ederiz ona, çarpar, çarpışırız adeta. Burada asıl sorun, bu çarpışma hali değil, çarpışma sonrası oluşan yeni denge ve dağılımla iletilen mesajı alamamak, doğru okumamak, değişen müzikle gelen yeni ritme ve dansa ayak uyduramamak belki de.

Böyle zamanlar, içimize yolculuklar yapmamızı zorunlu kılar adeta. Birkaç koca valizle girer, bir Ocak ayı karın yağışını izler gibi izleriz olup biteni. Şaşırma, çığlık atma eylemleri bizden bin ışık yılı uzaktır birkaç günlüğüne. Hayal ettiğimiz ve günlerce uykusuz kalıp düşlediğimiz günün külleri etrafa saçılmış, yerini günlük aktivitelerimize bırakmıştır artık, bir kış günü, bir öğleden sonrası, bir haftanın en yoğun olmayan saatlerinde. Günlük hayatta başımıza gelen o ilginç bazen sarsıcı hayal kırıklığı, gördüklerimiz, olan-biteni düşünmek, akla uydurmak ve anlamaya çalışmak için bir formül olmadığında, kafamızda karşılığı olmayan denklemler kurup saçma sapan sonuçları avuçlarımıza bırakır, olmadı bir suçlu ararız, ilk etapta buluruz da. Nihayetinde ‘yapmasaydım, söylemeseydim, etmeseydim, eylemeseydim’ler havada uçuşurken ihalenin kendimize kaldığını fark eder bir duvar kenarına çökeriz sessizce.

Uzaklardan, Paul Mncartney ‘Yesterday all my troubles seemed so far away’i söyler, içimize sızı düşer, İstanbul serin olur, Ağustos’a doğru çocukluğumuza kar yağar ve bir sır perdesi çözümlenemeden kapanır. Yerden yere vurmasa da uykuya götürüp uykusuz getiren bir durum, Allah’a en çok dua ettiğimiz an, bildiğin gözyaşı seli, bilmediğin kabir azabı ve gökkuşağının en gri tonu yaşadığımız o an. İş odur ki o anlarda mevhibe sahibinin bizden neden yüz çevirdiği üzerinde düşünebilelim. Kesben hak ettiğimizi düşündüğümüzü, vehben bir başkasına ihsan edilmiş gördüğümüzde Andrei Rublev’in Kirill’i gibi ‘adaletin yok’ deyip manastırı terk etmeyelim.  Okçular tepesi bir daha terk edilmesin ve düştüğümüz yerden kalkmasını bilelim.

Bir cevap yazın