GİTMELERİN ÖYKÜSÜ

91 1

Hikâye aslında hep aynı şekilde başlar. Sen bir şey hayal edersin, araştırırsın, uğraşırsın ve eğer gerçekten olmasını istiyorsan, gerçekleşmesi için elinden geleni yaparsın. Ve hikâyeye yön verdikçe başladığın yere şükredersin.

Benim hikâyem de tam olarak böyle başladı. Çok küçük yaşlarda, sanırım daha farklı ülkelerin dahi varlığından bihaber iken, bir gün televizyonda Oxford Üniversitesi’nden bahsediliyordu. Aileme Oxford’un ne demek olduğunu sordum, çooook uzaklardaki dünyanın en iyi üniversitelerinden biri dediler. “O zaman ben oraya gideceğim!” dediğimi hatırlıyorum. Çok uzaklarda olma fikriydi sanırım beni cezbeden. Sanki hep farklı hayatların var olduğu, yaşam biçimlerinin alışılageldiğimizden farklı olabileceği, diğerlerinin ne yediği, nerelerde yaşadığı, nasıl yetiştiği, kültürleri, aile biçimleri, hayata bakış açıları… Her daim ben bunları düşündükçe, daha da uzağa gitme arzusuyla dolup taşıyordum.

Aradan yıllar geçti, büyüdükçe hayallerin yerini gerçekler almaya başladı. Doğduğumuz yerin kaderimiz olduğunu söylediklerinde, tam olarak ne demek istediklerini anlamaya çalışıyordum. Düşündüğümde dünyanın herhangi bir ülkesiydik; dört mevsim yaşanan, muhteşem bir kültüre ev sahipliği yapan, birbirinden lezzetli yemekleri olan, bambaşka ırkları, geçmişi, mirası barındıran sıradan bir yerdeydik. Ta ki insanoğlunun yarattığı sınırların, yaşam alanını kısıtladığını da büyüdükçe anlayana dek hayatımda bu fikir süregelmişti.

Gitmek, gözlemlemek, yeni insanlar tanımak, yeni yerler görmek, yeni lezzetler tatmak benim için çok tutkulu bir hal almıştı. Kısıtlı zamanda, yeterli olmayan imkânlarla çok iş başarmak için, hayata dair üzerimize bir zamk ile yapışan görünmez yüklerden kurtulmak gerekiyordu. Aile, toplum, sıradanlaşan listeler silsilesinin içindeki tekdüzelikten çıkma isteği… Bize öğretilenler arasında sanki gizli sırlar vardı ve hiç kimse o el değmemiş gizemli kutuları açmak istemiyordu. Sanki birisi açsa ve gerçeği söylese, cevabını veremeyeceği sorular karşısında iki büklüm olacak, mutsuzluğunu bastırmak için önce kendini ikna etmesi gerekecek ve suratına çarpan çaresizlik karşısında eli kolu bağlı bir şekilde kalacaktı. Ben ise, bu bahsi dahi açılmayan kutuları sonuna kadar açmaya istekliydim. Hem bir insanın hayallerine ulaşması ne kadar zor olabilirdi ki? Merak değil miydi bizi bu günlere getiren teknolojinin ve icatların sebebi? Veya şu göreceli zaman diliminde yeryüzünde yaşayacağımız süreyi bilmez iken, değer miydi hep bir şeylerin hayalini kurup, ulaşmak için bir adım dahi atmamaya?

Hikâyeler hep “Bir varmış, bir yokmuş…” ile başlar ya hani, benim de hikâyem “Bu yoldan gidersem ne kaybederim?” oldu hep. Gitmediğimde kazanacak hiçbir şeye inanmamak ise o ilk adımı atmaya yetti. Hayır, Oxford’da eğitim alacak kadar şanslı değildim belki, ama merakımın peşinden gidecek kadar azimli olduğumu biliyorum… NASA’ya elimde koli koli Türk bayraklarıyla gidip “Merhaba ben geldim ve taaa oralardan başardım!” demenin hayaliyle de cebelleştim bir süre hayatımda. Taa ki Amerikan vatandaşı olmayanları NASA’ya almadıklarını öğrenene kadar! Dedim ya, benim için aslında önemli olan herhangi bir şeyde başarmak mıydı, yoksa o bir şeyler uğruna uzaklara gidebilmenin verdiği haz mı?

Ayların kovaladığı yıllar ile hayatımda edindiğim tecrübeler sayesinde şu anda koskoca bir okyanusta kendi yaptığım kayığımla seyahat ediyorum. Öğretilenlerin başka versiyonlarını gözlemlemek uğruna, sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyden uzaklardayım. Vazgeçmedim, sadece yön değiştirdim. Doğduğumuz yer kaderimizdi, fakat önemli olan hayallerimin peşinden gidecek gücümün olduğuna inanmak oldu. Hikâyem devam ediyor ve belki bir gün hikâyelerimiz kesiştiğinde bir yerlerde karşılaşırız. Kim bilir…

1 comment

  1. Keyifle okudum, yüreğine sağlık

Bir cevap yazın