-Geliyor, geliyor. De hayde kızacak bize ha!
-Ma bu yeni öğretmendir Ali?
-Ere(Evet) budur.
-İnşallah öbürsü gibi değildir ha!
Toplamda yedi sınıfın olduğu fakat ancak üç sınıfın kullanılabildiği, o üç sınıfın da ancak ve ancak yarısının dolduğu bir köy okuluna görevlendirilmişti Yusuf Öğretmen. Uzun bir otobüs yolculuğunun sonunda varabilmişti bu köy okuluna. Şehirler aşmış, ilçeler geçmiş, yetmemiş dağ tepe tırmanmıştı. “Korkutmamak lazım kerataları!” diye düşüne düşüne girdi kapısı olmayan okula. Kapının olmaması aklına gelmezdi virane hâldeki çatı gözüne ilişmeseydi. Şaşırdı, durdu. Etraflıca bir baktı ve terleyen alnını sildi. “Yandın oğlum Yusuf!” demeyi de ihmal etmedi. Düşünmek istemedi bunları. “Elbet halledilir, elbet bir çare bulunur ama önce tanışmak faslına başlamak lazımdır.” dedi.
Kara bir tahtası, on iki sırası, bir demir döküm sobası ve yanındaki boş kovası dışında hiçbir şeyi olmayan sınıfa giren Yusuf Öğretmen donup kalmıştı. Çalıştığı hiçbir yere benzemeyen bu yer onu ne kadar şaşırtabilirse o kadar şaşırmıştı. Sınıfa girer girmez, komutanlarını gören askerler misali ayağa fırlamış ve esas duruşa geçer bir vaziyet almıştı çocuklar. Kısa bir sessizlik… Ne çok şey gösteren kısa bir sessizlik… Yusuf Öğretmen’in çocukların üzerinde gezen gözleri yoksulluğun ve köyün fotoğrafını çekiyordu sanki. Yamalı pantolonlar, delikli potinler, kara kış değilmişçesine giyilmiş yahut giyilmek zorunda kalınmış incecik kazaklar, üç numara tıraşlar, atkuyruğu saçlar… Ve en önemlisi, korkulu, meraklı, çekingen bakışlar…
-Günaydın çocuklar!
Sadece birkaç ses karşılık vermişti buna, sebebi neydi ki? Tekrar denedi şansını Yusuf Öğretmen. Yine aynı birkaç ses… “Yahu ne oluyor, neden hepsi karşılık vermiyor?” düşüncesine dalmışken öğretmen, kapıya yakın olan çocuk konuşmak için parmak kaldırdı, tereddüt etti, kaldırmaya çalıştı.
-Söyle evladım.
-Ögretmenim sınıfın hepsi Türkçe bilmiyordur. Onun yüzünden cevap vermiyor hepsi.
Donup kalmıştı öğretmen, ne denir bilmiyor, ne yapılır düşünemiyordu. Çekingen bakışları korkutmak istemediğinden gülümseyerek başını “Anladım.” anlamında salladı. Daha önce köy okullarında görev yapmış arkadaşlarından öğrendikleri geldi aklına. Karma sınıflar, eksikler, imkânlar, şartlar ve en önemlisi anlaşılmamalar… Olsun, ne olursa olsun korkmayacağını söylemişti arkadaşlarına, şartlar ne olursa olsun yılmayacaktı. Çocukluğundan beri hayalini kurduğu yolun zorluklarla bezenmiş olduğunu ve sabır gerektirdiğini biliyordu. Düşündü. İlk günüydü ve olabildiğince sorunsuz atlatmanın gerekliliği ile çocuklar ile muhabbet etmeye çalıştı.
-Evet, çocuklar bugün sizinle ilk günümüz ve de bu ilk günü tanışmak ile geçirmek, sizleri tanımak istiyorum. Hadi, önce sen kalk ve kendini tanıt bakalım.
Az önce kendisini gerçekler ile yüzleştiren çocuk konuşmaya başladı:
-Adım Ali’dir, yaşım 12. Babam köyün muhtarıdır ögretmenim. İkiye gidiyorum.
-İkiye mi, ama nasıl olur?
-Köye okul açılalı iki sene olmuştur, siz de ikinci ögretmensinizdir. Öbürüsü kalmadı gitti.
-Anladım Ali, oturabilirsin.
-Sen devam et çocuğum.
-Adım Cemil’dir, yaşım 10, ben de ikinciye gidiyorum yani ikiye. Babam köyde çobandır, köylünün kuzusu, koyunu hep o götürür otlatır.
-Adım Zeyno, yaşım 9, bu sene başlamışım. Babam çalışmaz, yıllar evvel harman yerinde kolunu patoza kaptırmıştır. Bazen çobanlık yapar odur.
Memo, Murat, Ayşe, Kemal, Emine daha nicesi kalktı ve tek tek, konuşabildikleri kadarıyla anlattılar kendilerini, annelerini, babalarını, yaşamlarını. Kimi babasını çocukken kaybetmiş kimi hiç hatırlamıyordu. Annesini kaybeden de vardı, onu hiç tanımamış olan da. Teyzesi, halası tarafından büyütülen de vardı babası ikinci bir kadın ile evlenen de. Karma bir sınıftı Yusuf Öğretmen’in sınıfı. İlkokulun bütün kademelerinden öğrencisi vardı. Okumayı bilen de bilmeyen de ona bakıyordu artık.
Çocuklara biraz mola verdi, çıkmaları için müsaade etti. Sendeledi, sandalyeye oturdu, düşündü. Dışarıda kış ve soğuk kol gezerken çocukları seyre daldı. Onlarda yokluğu, kimsesizliği, korkuyu çekingenliği gördü. Anasız babasız büyümenin insanı nasıl yarım bıraktığını da gördü. Üşümüyorlardı, üzerlerinde ne kalın bir mont ne de ayaklarında bir bot vardı ama üşümüyorlardı. Bunca soğuğa rağmen eğleniyor ve deli gibi koşuyorlardı. “Saf olmak” dedi içinden. Çocukların uzun süre dışarıda kalmasını istemedi, onları içeri çağırdı. Yarım dakikadan az sürede hepsi sınıfa doluşmuş, öğretmenin gözünün içine bakıyorlardı. Ne bildiklerini merak etti öğretmen ve birkaç harf yazdı kara tahtaya, çocuklardan okumalarını istedi. Cevap veren çok azdı. Yeni başlayanların bilmemesini anlıyordu fakat ya diğerleri? Onlar da bilmiyor ve susuyorlardı. Birkaç öğrenci dışında cevap veren çıkmıyordu. Yusuf Öğretmen sağ elini hafifçe ensesine götürerek kaşımaya, bir nevi işin içinden nasıl çıkacağını düşünmeye başlamıştı. “Dersi ve günü bitirip çocukları serbest bırakmalı, hem zihnimi de toplar ne yapabilirim diye etraflıca düşünürüm.” diye geçirdi içinden ve söze girdi.
-Çocuklar bugün dersimiz bu kadar, yarın sabah siz gelince devam ederiz. Şimdi hepiniz evlerinize gidin, hava çok soğuk dışarıda dolaşmayın. Ali sen bekle, beni babanın yanına götür. Onunla konuşacaklarım var.
Sözünü bitirir bitirmez çocuklar zilin sesini duymuş atletler gibi yerlerinden fırlamış ve de köye doğru koşmaya başlamışlardı. Yolda kayıp düşenler, birbirine tutunanlar ve hiç aldırış etmeden buz pistinde koşmaya devam edenler olarak üç gruba ayrılmıştı çocuklar. Yusuf Öğretmen ve Ali de okulun kapısını kilitleyerek Muhtar Hasan’ın evinin yolunu tutmuşlardı. Okuldan köyün girişine kadar üç defa düşmüş iki defa da sendelemişti Yusuf Öğretmen. Alışması zaman alacaktı belli ki. Köyün girişindeki köprüye geldiklerinde Yusuf Öğretmen uzunca bir baktı köye.
Yirmi sekiz hanesi olan bir köydü. Evler birbirinden ayrı idi. Çamur ve saman karışımı duvarlardan yapılma kiremit çatılı idi. Her çatıda yığınca kar ve her çatıdan sarkan onlarca buz kütlesi vardı. Köyün içine giden ve bulunması “samanlıkta iğne arama” mevzusuna benzeyen tek bir yol vardı. Uçsuz bucaksız tarlalar beyaz örtü ile kaplanmış, yaprağa sahip tek bir ağaç kalmamıştı. Bacalardan tüten ve kesilmek bilmeyen duman soğuğun ne denli çok olduğunun habercisiydi. Evlerin bahçelerinde tezek yığınları, ağıllarda hayvanlar vardı. Soğuktan ötürü kimse hayvan otlatmaya gidemiyor olsa gerekti. Mecbur iş başa düşmüştü ve her ev her kış olduğu gibi ağıllara durmadan saman, kaba yem taşıyor ve hayvanları besliyordu. Köyün içine doğru ilerledikçe yol görünür olmuştu, belli ki köylüler kullandıkları yolları kürek ile küremiş ve açmışlardı. Kapıların önünde traktörler tüm heybetleri ile duruyor ve harman zamanını bekliyordu.
-İşte geldik ögretmenim, bizim ev buradadır. Babama ses edeyim gelsin.
-Tamam Ali, bekliyorum.
Birkaç dakika sonra altmış yaşına merdiven dayamış şapkalı bir adam belirdi karşısında. Çizmeli, şalvar misali pantolon giymiş bir adamdı.
-Hoş gelmişsin Hoca Bey, buyur buyur gel, soğuktur, içerde bir çay içerik.
“Hayır” diyemeyecek kadar soğuk bir havada bunu geri çeviremezdi Yusuf Öğretmen. İçeri girer girmez genişçe bir bahçe ile karşılaştı. Bahçede hayvanlar küme küme toplanmış soğuktan birbirlerine sokuluyorlardı. Onları ezmeden, çarpmadan geçebilmek için türlü mücadeleler verdi Yusuf Öğretmen ve sonunda odanın kapısının önüne vardı. Evdeki kadınlar yabancıyı görür görmez diğer odalara kaçıştı. Yusuf Öğretmen, Ali ve Muhtar içeride soba yanan bir odaya girdi. Küçük bir oda; içeride tezek ile tutuşturulmuş bir soba, sobanın üzerinde çaydanlık ve su dolu bir güğüm vardı. Yerde gelenlerin oturması için desenli minderler ve yastıklar, duvarda ise doğa deseni bulunan bir örtü vardı. Muhtar’ın yer göstermesinden sonra öğretmen gösterilen yere oturdu. Çaylar dolduruldu ve içilmeye başlandı.
-Eee Hoca Bey, nasıl vardın buraya, zor olmadı inşallah?
Yürüdüğü dağ bayır gelse de aklına “Yok epey rahat geldim.” dedi öğretmen.
-Eyi eyi, yeni muallim sen isen hayırlı olsun diyelim o vakit…
-Sağ ol Muhtar. İlk gün malum, sana bir danışmak istedim. Nerede kalırım, nasıl yaparım diye…
-İyi ettin. Valla Hoca Bey bir lojman var okula yakın, eski muallim orada kalır idi. Seni de oraya koyarız.
-Anladım, kalacak yer sıkıntısının çözüme kavuşması iyi oldu. Diğer şeyler de vakit geçtikçe öğrenilir sanırım. Peki çocuklar, onlar nasıllar, aileleri mesela?
-Valla Muallim Bey, burada çocuklar mektepten önce tarlaya gider, hayvana otlatır, bahçe temizler. Yani öyledir ki mektep için imkân gerektir ha. Kimisi garibandır, kimisi öksüz, kimisi yetimdir. Mektebe gitmek isterlerse bile “Ma ev işleri ne olacaktır!” derler evdekiler. Hem çoğusu daha köyden çıkmamıştır. Bilmezler pek.
Muhtar, uzun uzun köyü, çocukları, tarla zamanını, köydeki yaşamı anlattı. Türkçeyi orta seviyede konuşabildiğini ve bunu da ancak askerde öğrendiğini anlattı. Muhtar anlattı Öğretmen dinledi, düşündü, taşındı. Aradan birkaç saat geçti.
-Oğlum çayını doldur muallimin.
-Yeter Muhtar, gidip kalacağım yeri göreyim, yerleşmek lazım.
-Tamamdır. Ali seninle gelir. Hanıma da tembih edem çarşaf neyim ayarlasın sana.
Evden çıkan öğretmen ve Ali ellerinde çarşaflar ile yola koyuldular. Hava kararmak üzere idi. Adımlarını sıklaştırdılar ve lojmana çabucak vardılar. Yusuf Öğretmen lojmanı görünce şaşırdı. “Muhtar lojman dedi de, bu nasıl lojman?” diye diye girdi içeri. Bir ranza, bir masa ve sandalye, bir soba bir de güğüm… Bütün sahip olduğu şeyler bunlardı lojmanın. Yerine tam oturmayan giriş kapısı da vardı elbette. Ali elindeki çarşafları bırakıp da evin yolunu tutunca bir başına kaldı Yusuf Öğretmen. Bir an evvel sobayı yakmak ve de yatağını kurmak sonra da uzunca bir uyku çekmek istedi. Sobayı bildiğince yaktı, yakmaya çalıştı. Yatağını da kurup yerleşmek üzereydi ki kapısı vuruldu. Şaşırdı, tereddüt etti. Gelen sabahki çocuklardan Cemil idi. Elinde bir tencere ve üzerinde anlaşıldığı kadarıyla tandırda yapılmış bir ekmek vardı. Buyur etti Yusuf Öğretmen.
-Gel gel Cemil, bu nedir?
-Ögretmenim anam yapmıştır, babam git muallime götür dedi. Sıcaktır içersiniz.
-Çok teşekkür ederim, ne zahmet ettiniz böyle.
-Buralarda adettir ma, misafir gibisinizdir.
Cemil’in ardından bakarken sıcak çorbaya kaşık daldırıyordu öğretmen. Sıcak çorba, soba bunlar iyi gelmişti. Yatağa uzanıp uyumak istedi fakat düşünmekten alıkoyamıyordu kendisini. “Yılın yarısı kar altında geçen bu diyarda nasıl yapıyor bu insanlar, nasıl dayanıyorlar? Her şeyden öyle habersiz ki çocuklar…” diye düşüne düşüne uykuya dalmıştı. Gözleri kapanırken en son aklından geçen şey çocukların ayaklarındaki delikli potinler oldu.
Gözlerini açtığı vakit, “Daha çok erken olmalı.” diye düşünürken gürültüleri duydu. Camdan dışarı baktı ve gördüğü manzaraya şaşırdı. Dün sabah sıralarda oturan öğrencilerinden birkaçını gördü, evet onlardı ama okula daha vardı. Okula gelmeden önce her zaman yaptıkları işleri yapıyorlardı, muhtarın kendisine anlattığı gibi… “Okula gelmeden tezekleri topluyor, kuzulara yem veriyor, bahçe süpürüyor bu çocuklar.” diye düşünerek kalktı. Hazırlandı, kitaplarını alıp okulun yolunu tuttu. Çocuklardan birkaçı gelmişti, diğerleri yolda olmalıydı. Birkaç öğrenci eksik hâlde derse başlamıştı, ilk dersiydi, heyecanlıydı. Bekledi lakin beklediği olmadı. Olması gerekenin yarısı kadar öğrenci ile derse başlamak zorunda kaldı.
İlk haftasını doldurmuştu Yusuf Öğretmen ve artık o çocuklara, çocuklar ona alışmıştı. Onları tanımaya başlamıştı. Okula gelmeyen çocukları merak eder, okul bittikten sonra muhakkak evlerine uğrar, sorardı. Yaşadıkları ortamı da görüyor ve daha bir hüzünleniyordu. Öyle ki çocukların ders biter bitmez neden koştuklarını da öğrenmişti artık. Murat ve Cemil kuzuları yemliyor, Ayşe annesine yardım etmeye koşuyordu çünkü annesi yarı yatalaktı. Emine ablalarına yardım ediyor çünkü anneleri birkaç yıl evvel vefat etmişti. Onları tanıdıkça daha bir seviyor, daha bir hayran oluyordu. Köyden geçerken anlamadığı bir dili konuşan kadınlara da amcalara da alışmıştı. Onlara selam verip selam almayı adet edinmişti kendisine. Yavaş yavaş buraya alıştığını ve birçok şeyi aşmaya başladığını düşünüyordu. Geçen bu bir haftada fark ettiği eksiklerini yazmıştı. Kalem, defter, tebeşir, hususi ihtiyaçlar… Bunları tedarik etmek için Muhtar’a gitmeyi düşünüyordu. “Bugün ders yok, bari Muhtar’ın yanına gideyim de eksiklerimi nasıl alacağım, nereden alacağım diye sorayım.” diye düşünerek Muhtar’ın evinin yolunu tuttu. Yolda öğrencilerinden birkaçını gördü. Cemil, Murat, Emine ve dahası… Çocuklar okul olmamasına rağmen öğretmenlerini görür görmez yaptıkları işleri bırakıyor ve saygı göstergesi olarak başlarını sallayıp hareket etmeden bekliyorlardı. Yüzünde tebessüm oluşmasına sebep olan bu olay Yusuf Öğretmen’i hep güldürür, neşelendirirdi. Onlara, “Çocuklar derste değiliz, böyle yapmanıza gerek yok.” dese bile dinleyen kimdi? Birkaç veli ile karşılaştı sonra. Onlara, “Bol bol okuma yapsın, ödevleri eksik, çocuğun ödevlerini yapmasına fırsat verin!” şeklinde küçük ikazlar göndermeyi de ihmal etmedi.
Alışmaya başlamak ona iyi geliyordu. Muhtar’ın evine varınca kapıyı Ali açtı. Ona selam verip odaya girdi. Odada sıcak bir sobanın etrafında oturmuş birkaç köylü gördü. Muhtar ayağa kalkarak ona yer gösterdi, oturdu. Köylülerin konuşmalarını dinliyordu. Gelecek hasattan, kıştan, masraflardan ve hayvanlardan konuşuyorlardı belli ki. Muhtar, öğretmene dönerek konuşmaya başladı:
-Ee Muallim Bey, alışmışsan köye, rahatın yerindedir.
-Alıştım alıştım Muhtar, çocuklar da alışıyor yavaş yavaş.
-Alışırlar eyi eyi. Bir eksiğin neyim vardır, ihtiyacın yemek, çarşaf falandır yani.
-Sağ olsun herkes yardım ediyor. Yemek, çarşaf hâllediliyor da benim hususi ihtiyaçlarım vardır. Nasıl alabilirim bunları? Bir araba, dükkân yok mudur yakınlarda?
Muhtar başta olmak üzere bütün köylüler biraz şaşkın, biraz alaylı şekilde birbirlerine bakıp gülümsediler. Hatta gülmeye başladılar. Onlar alışmışlardı da öğretmen bilmiyordu tabii. Neden gülüyorlardı bilmiyordu Yusuf Öğretmen.
Yusuf Öğretmen odasında, başını ellerinin arasına alıp kara kara düşünürken Muhtar’ın sözleri hâlâ kulaklarındaydı.
“Ma vallaha Hoca Bey, buraya ayda bir at arabası ile ya uğrarlar ya uğramazlar. Hele kıştır herhal gelen giden olmaz hiç!”
- Devam Edecek –
Yusuflar düştükleri kuyudan saraya yükselmeleri ile meşhurdurlar.
tadı dimağımda bekleyeceğim devamını.
Muhteşem bir öykü. Gerçek hayata derinden dokunan, yokluğun içindeki en büyük varlığı gösteriyor adeta. İnsanların çoğunun başını çevirdiği hayatlara dokunmuşsunuz kelamınızla. O insanlar hep varlar ve siz değerli insan bunu unutturmayacaksınız. Kaleminize sağlık ✌️
İnanmış bir öğretmen. Hayatın gerçeklerini gören bilen her duruma kendini yürekten uyduran kibir gözlüğüyle üstten bakmak yerine o hayatın içine her şeyiyle dahil olan yüreğinde insan sevgisi dolu bir öğretmen gördüm. Devamını merakla bekleyeceğim Mahsun Bey…
Doğu ve Güneydoğu’nun herhangi bir köyünde karşılaşabileceğimiz gerçekleri, insanların yoklukla birlikte verdiği yasam mücadelesini ve bu köylere atanacak öğretmenlerin başına gelebilecek olayları çok akıcı ve gerçekçi bir üslupla aktardığınız harika bir öykü olmuş. Emeğinize, kaleminize sağlık. ✌?
Okurken ara ara gözlerimin dolduğu bana yeniden farklı yaşamları , birbirinden farklı hikâyelerin olduğunu hatırlatan bir yazı.
Bir öğretmen adayı olarak hikâyenin sonunu merakla bekliyorum anlatımın sade ve akıcı tebrik ederim
Üslup kusursuz ve konu mükemmel . Kendimi olayların içerisinde hissettim. Yerel tarzı konuşmalar çok doğru kessinlikle harikabir yazı. Umarım devamı erken gelir.
Ma bu çok güzeldir ha. Devamı zu gele, hayli hub hayli hub… Bir mamoste adayı olarak emanetimiz olan çocukları bir gün yanlış ellerden bu koca yürekli öğretmen gibi geri alacağız…
Okurken mesleğimizde hayalini kurduğumuz yerlere gittik geldik. Güçlü bir kalemsin ve çok iyi bir içerik sunmuşsun. Kalemine sağlık
Hepinize çok çok teşekkür ederim. Birbirinden değerli yorumlar ile bana olumlu bir etki yaptığınızı belirtmek isterim. İnşallah hep beraber daha iyilerini yapacağız. Çok mutlu ettiniz. ?✌? İyiki varsınız??
Bir yazar için en güzeli de ne biliyor musun?
Okuyucunun okuduğunda kendine ait bir parça samimiyet bulmasıdır…
Biz Doğunun insanları Garibanlığı iliklerine kadar yaşamış insanlarız. Zorluğu hep yaşadık, hep gördük. Coğrafya adeta kaderimiz olmuş bizim. Bize dair yaşantılardan samimi bir parça sunduğun için teşekkür ederim. Kalemine sağlık… Var ol…
Benzersiz bir anlatım. Betimlemelere boğmadan bir yaşamı anlatmak bir mekanı anlatmak büyük bir şairanelik. Tek solukta okudum ve bittiğine üzüldüm 1 ay sabırsızlıkla bekleyeceğim…
Klasikleşmiş Çukurova romanlarını andıran güzel bir üslup… Devamını dört gözle bekliyoruz. ⚘
Okurken biraz “Mucize” filmi geldi aklıma. İster istemez oradaki muallimin yaşadıklarını canlandırdım gözümde. Gerçekten kalbe işleyen bir öykü ve hatırlamamız çok iyi oldu bazı zorlukları, yeraltı kalorifer üzere, çıplak ayak gezerken.
Kaleminiz daim, ilhamınız kelimelere doymasın.
Merakla devamını bekliyorum…
Uzun süredir devamını beklediğim ender şeylerden biri oldu bu. Kalemin dert görmesin.
Çok güzel ??