Beri gel dost barışalum, yadısan bileşelüm
Yunus Emre
Modernitenin “evrensellik” olarak kavramlaştırdığı ve küreye kendi uygarlığının büyük başarıları olarak sunduğu olgular mecmuası ve buna bağlı durumunun, kültürümüzdeki karşılığının, kişilik yahut insanlık olduğunu fark etmedikçe kendilik kavrayışımızda aksaklıklar devam edeceğe benziyor. Evrenseli yeni keşfettiğini sanarak kendiliğini hatırlamamak ya da kendiliğinin içine gömülüp beşeriyetin müşterek değerlerinden mahrum kalmak savrulması son zamanların en fahiş kayması gibidir. Kendi kavram dünyasından mahrum kalış kendiliğin fersudeleşmesindeki önemli alametlerdendir. Bu bakımdan fikir ve hareket dünyamıza evrensel olmak iddiasıyla giren kavramları insanlığın genel geçer mutlak doğruları gibi düşünmek her zaman isabetli olmayabilir. Her kavramın bir zaman, mekân ve kültür sınırı olduğu, genel geçer bir mefhumu bile olsa tezahürün tarihi olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu bakımdan kendimizi düşünürken, kendiliğimizi kendimize ve insanlığa takdim ederken evrensel nedir suali ile içinde muallakta kaldığımız zemini sorgulamak ve mutlak diye dayatılanın tarihi ve siyasi çerçevelerin evrenselliğini eleştirerek işe başlamak maksadın tahsili için faydalı olabilecektir. Zira gelenek savunusu ile saplanıp körleştiğimiz insanlığın değerleri ile insanlığın değerleri sanarak saplandığımız yabancı menşeli değer dünyaları arasındaki sıkışıklıktan çıkmak için önce fark etmek gerekiyor; ama neyi?
Savunma ve müdafaası gereken sabitelerimizle paylaşılması gereken umumiler arasındaki dengeyi yeniden sağlamak gerekmiyor mu? “Evrensel”liğin olduğu iddia edilen manasıyla genel geçer ve insani kılan ontoloji nedir ve kökenleri nereden beslenir? Felsefe, din yahut sanat? Yoksa bunları kapsayan bir dil midir? Dil demişken bu ontoloji hangi epistemolojilerle insanileşerek gerçeklik imkânı haline gelir. Hangi değerler bu manada bir toplumda “evrensel” olandan hareketle gerçeğe dayalı bir sosyoloji kurar? “Evrensel” olan beynelmilel, kozmopolit olan mıdır? İşte insan kendiliğini varlığın gerçeğine dayadığını vehmederek bu evrensel dediği/sandığı o yerde gerçekte ne arar/yapar? Bu manada tarih ve mekânda görünen cümleleri her zamana sâri kılan şey nedir? Örneğin Kutadgu Bilig’den “İnsan derler, insan kimdir; insan başkalarına faydalı olan ve onların işlerini gören kimsedir(Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, 239), İnsanlar arasında insan olan kimse, başkalarına faydası dokunan kimsedir (Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, 410), Halkın işini insaniyet ile tanzim ederse, o iyi insan ne kadar mes’ud bir bey olur. “Ömür aziz değil, emek azizdir; bu emeğe sarf edilmeyen hayata yazıktır”(Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, 210), misüllü düşünceler bir anda her devre ilham ve aydınlık sağlıyorsa bunu var eden esas nedir? Bir Yunus Emre şiirinde, Sokrates’te, Seneca’da ve benzerleri nicelerinde kendi dillerince söyleyip insanca mana var eden tüm bu mecmuanın niteliği nedir? Kendine samimi olmayan, kendi öz dilince kendine hakikat vaat edemeyen bir varlığın insanlığa bir şeyler demesi güçtür. Evrensellik kavramı yerine insanlık, kişilik terimleri geçtiğinde mefhum müşterek olsa da lafız bizi başka bir yere taşır mı? İnsanın düşüncesi kadar ameli de tayin edici değil midir? İşte insan teki için sorgulanası, onun toplumu için düşünülesi bu bakış açıları insanlığın medeniyet ve devlet ile aşikâr olarak kendini gösteren siyasi ve sosyal dünyasında da izlenebilir.
Evrensel kavramını, öte yandan, bir gelişmişlik ve geri kalmışlık kriteri olarak düşündüğümüzde bir oryantalizm hatta sömürge kavramına dönüşen bu kelime bir toplumun kendiliğini dış kriterlerle ölçerek kendini anlamak çabasının bir garaibi ve tahakkümün bir dayatması olarak ortaya çıkar ki, bu bir millet için varlığını ve insanlık için otantik dileklerini susması demek olur. Bu bakımdan evrensellik cakasıyla boy ölçmek, kilo tartmak, geri ve ileri sayıklamaları ile olup bitene değer ya da değersizlik atfetmek farkına varılması gereken bir kurgu kuşatmasıdır. Esas olan ilacın reklamı değil etkisidir! Bu bakımdan hem kendiliğimizi doğru düşünmek hem de ötekinin tahakkümü altında kendini unutmak noktasında bu medeniyet simülasyonuna karşı ayakları üstünde düşünebilmek fevkalade önemlidir. Burada insanlık, insani olan manası yok olduğu gibi insansızlaşan bir sömürü ve devşirme sistematiği devreye girer. Maruz kalınan ve asla muhatap olunamayan bir kısır döngü başlar.
Kendilik düşüncemizi şahsi seviyeden cemiyet düzeyine taşıdığımızda burada bazı sosyo-politik kurum ve kavramlarla karşılarız. “Kendiliğimiz ve “evrensel” bağlamındaki düşüncemizi somutlaştırmak ve açık-seçikleştirmek adına devlet kavramına taşıyabiliriz. Devlet, insanlığın en genel geçer, belki de “evrensel” tezahürlerinden biridir. Bir toplumun düzen ve bütünlük içinde somutlaşmasıdır. Siyasi organizasyon ile kendi kültürü içerisinde bu umumi kavramı şekillendirmesi olgunun tarih içerisinde aşikâr olmasıdır. Belki de “medeni” bir toplumun en önemli uygarlık tezahürlerinden birisidir. Prof. Dr. Osman Turan hocamız bu yolda yaptığı tespitlerle hem “evrensel” olana dair düşündüklerimiz hem de devletin bu manadaki yerini tespit açısından fevkalade önemli bir izah getirir: “Türkler milli, İslami ve insani duyguların ahenkli bir terkibi sayesinde böylece bir dünya nizamı davasına bağlanırken bu esaslara göre Allah’ın cihan hâkimiyetini kendilerine emanet ettiğine inanıyorlardı ve bu emanete saygı göstermek suretiyle de bir hanedan, bir sınıf ve zümrenin veya sadece bir milletin değil hüküm sürdükleri bütün kavim ve dinlerin hamisi olduklarını düşünüyorlardı. Bu sebeple de Türk imparatorluklarında milliyet, din ve sınıf tezat ve mücadelelerine rastlanmamış; adalet ve ahenk hüküm sürmüştür.” İşte Türkçe düşünüp insanca davranan Türk düşüncesi bu esaslara mebni bir insanlık yahut “evrensel” devlet modeli inşa etmişti. Peki, bu devletin “evrenseli” ne oldu? Kendiliğini inşa eden bir kendi olarak Türk devleti nerede konumlandırdı?
İşte bu burada akla madde ve form şeklindeki gelişim mantığı geliyor. Bir toplum maddesi devlet formu olarak kurduğu yapıdan ne bekledi? Adalet. Bu tespitimizin hamaset düzeyinde kalmaması yahut mevhum bir kabul olmanın ötesine geçmesi için bahsedilen olgunun gerçekleşmiş/gerçekleştirilebilmiş olması insanlık için tatbiki mümkün bir değer olduğunu göstermek için kesin olmasa da önemli bir karine olabilir. Burada İslami dönemde Türklerin düşüncesini gösteren bazı metinler üzerinden sualimize cevap arayabiliriz. Adalet dairesi kuran bir sistem içinde devlet kendi varoluş esasında gerçekleşti. Adalet farz edilen, kutsanan, övünülen bir şey olmaktan çıkıp hayatın kendisi haline geldi. Bu durum nazari seviyede pek çok zaman ifade edildi: İşte bunun ilk tezahürü 11. asırda, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’inde geçer: “Dünya hâkimi hakîm bey niçin hazine toplar; asker nerede ise, orada hazır hazine alır. Memleket tutmak için, çok asker ve ordu lazımdır; askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için, halkın zengin olması gerektir; halkın zengin olması için de, doğru kanunlar koyulmalıdır.” (Kutadgu Bilig, 155) kaydı ile 11. asırda mealen devletin kanun ve adâletle imar olacağı, memleketin adaletle ümrana kavuşacağı ve insanın ümran için ömür süreceğine dair atıflarını yapar. Törenin bağlayıcılığı adil kanun ile oluşan bir yapının teorisinde bu anlayışla sunuldu. Bu anlayışı daha sonra 14. asırda, İbn Haldun bize yeniden hatırlatır. Bu cümleden onun bize tanıttığı önemli kavramlardan biri adâlettir Bu noktada onun adâlet dairesini bize gösteren önemli bir kaydı vardır. Aristo’dan naklen aktardığı şu kayıtta mesele ortaya konulur: “Aristo’nun, garib bir daireye yerleştirdiği bu cümlelerin en önemlisi şu sözüdür: “Dünya bir bahçedir, bunun duvarı devlettir. Devlet bir sultandır, sünnet (töre) bununla yaşar. Sünnet siyasettir, bu siyaseti hükümdar yürütür. Hükümdar bir nizamdır. Ordu onu takviye eder. Ordu bir yardımcı ve destektir, mal ve para onun teminatıdır. Mal rızıktır, onu raiyye derler ve toplar. Raiyye kuldur, onu adalet korur. Adâlet, kendisiyle ülfet edilen ve sayesinde dünyanın kaim olduğu şeydir ve dünya bir bahçedir.” (Mukaddime, 206) Bu tip kıyaslara Aristo mantığında zincirleme kıyas denilir. İşte insanlığın büyük düşüncesi ile kendi fikir dünyasının esaslarını terkip ederek bir ümran kendi toplum maddesinden medeniyet ve devlet formlarını inancı, ideali, dünya ve hayat görüşü bağlamında çıkarmıştır. İşte insanlığın mirası ile milli olanın teşekkülünden ortaya çıkan medeniyet düşüncesinin önemli bir numunesi olarak bu tespitler bize ileriye bakışımızda fikir vermelidir. 15.asırda, Kınalızâde Ali Çelebi Ahlâk-ı Alâ-i‘de aynı konuyu meşhur devir saçağı içinde lakin İbn Haldun’da Aristo’dan aktarıldığı şekilden farklı olarak adâleti dönünün başına getirerek yeniden kurar. Naima’ya göre Kınalızâde bu kıyası İbn Haldun’dan almıştır. Muhtevada gidiş aynı olsa da Aristo dünyanın önüne adâlet kavramı getirilerek muhteva yeniden üretilmiştir. Burada devamlılık adına İbn Haldun’dan alınma bir iktibas değil geleneğin canlı devamlılığına işaret eder. Kınâlızade’nın zincirleme kıyası herkesçe malumdur: 1.’Adldir mûcib- i salâh- ı cihan (Adâlettir dünya nizam ve selâmetini sağlayan) 2. Cihan bir bağdır dîvarı devlet (Dünya bir bahçedir, duvarı devlettir) 3. Devletin nâzımı kanundur (Devletin nizamını kuran kanundur) 4. Kanuna olamaz hiç hâris illa mülk (Kanun ancak saltanat ile muhafaza olunur). 5. Mülk zabt eylemez illa leşker (Saltanat -devlet- ancak ordu ile zapt edilir) 6. Leşkeri cem’ idemez illa mal (Ordu, ancak mal ile kaimdir) 7. Malı cem’ eyleyen raiyyettir (Malı toplayan halktır) 8. Raiyyeti kul ider padişah-ı âleme adl (Halkı Cihan Padişahı’na adâlet sayesinde bağlanır). Görüleceği üzere hamaset fırınında söz pişirmenin ötesinde “evrensel” bir kavram olan adalet bir kültür ve medeniyet dâhilinde bir devlet yapısı içerisinde işte böyle gerçekleşmiştir.
Bu çerçeve bizi toplum maddemizin oluşturacağı devletin anlayışı ve kendiliği konusunda umran, mefkûre ve şahsiyet kavramlarının eşiğine getirir. Adalet ile var olan devletin esas ilkeleri olarak bunları düşündüğümüzde “evrensel” telakkimiz devlet bağlamında kendi bilgisinin başka bir boyutunu tanır. İşte tam burada Bursa’da Çelebi Mehmed’in türbesi kapısında buluruz kendimizi. Çelebi Mehmed’in Bursa Yeşil Türbe’deki sandukası üzerinde: “nâsıru’l-ibâd ve âmiru’l-bilâd ve dâfiu’z-zulûmât ve’l-fesâd” yazılıdır. Bu ibare halka yardım eden (mefkûre), beldeleri imar eden (umran) ve zulum ve yolsuzluğu kovan (şahsiyet) manasına gelir. Gelenekteki kalb-i selim, yani Çelebi Mehmed’in kabrindeki ifadeyle nasıru’l-ibad (Allahın kullarına yardımcı olmak) olmak, akl-ı selim yani şahsiyet ile dafi’u’z-zulumat ve’l-fesad (zulüm ve yolsuzluğu kovmak) olmak ve nihayet zevk-i selim yani âmiru’l-bilad yani umrancı (şehir kurmak ve ona dair siyasi, sosyal, ekonomik her şey) olmak ve buna dairleri teklif etmek kapsayıcı bir vizyon ve misyonu sağlayabilir. Evet, toplumumuzun maddesi nihayetin devlet ve medeniyeti ile selim bir dünyayı düşünür. İnsanlığın selamet bulması selim bir aklın, kalbin ve zevkin maddesiyle bir topluma ondan çıkan devlet ve medeniyete vereceği kendiliğe bağlıdır. Kültürün dünyası da bize özgün olarak bir milletin insanlık için ulaştığı noktayı gösterir.
Kendiliğin bizi getirdiği o yerde toplum dediğimiz insan içtimaının sosyolojik ve milli adı millettir. O toplumun milliyeti “evrensel” denen bizce insanlık için olanın zeminidir. Dündar Taşer’in tespitiyle akl-ı selimimizi düşleyerek bitirelim: “Millet değer hükümlerinde ortak olan insanların duyduğu bir mensubiyet şuurudur. Bu şuurun şirket mensubiyetinden farkı da aşkla, feragatla, fedakârlıkla duyulmasıdır. (Dündar Taşer, Mesele, İstanbul, 2019, 101)” Kutadgu Bilig’in anlayışının sürekliliğinde Yunus Emre Türkçesince “evrensel”imizi yani insanlık mefkûremizi parlatan Sen sana ne sanursan, ayruklara anu san Dört kitabın manası, budur eğer varsa dediği yerden aydınlanan bir toplumun devleti ve medeniyeti misallendirmeye çalıştığımız, ne idüğünü anlamak istediğimiz “evrensel” mefhumunda ciltlere sığmayanı Türk cihan hâkimiyeti mefkûresinin insani, İslami ve milli esaslarını özetleyen bir muhtevayla bize anlattığını gördüğümüz bu yerde modernite ötesi ve gelecek içre bir yerde kendiliğimizle birleşmeye başlarız.