Ağustos ayının sıcak günlerinde tın tın giden bir otobüste, Paris’in kapısına dayanmış son sesle “Nilüfer” şarkısını dinliyoruz, Müslüm Baba’dan. Gariptir zamanın mekanla , şarkının Paris’le uyuşmaması. Zaten düşündükçe de kendi kendime gülüyorum. Neyseki gülümseten bir anı. Gençlik Otobüsü Projesi(*) vasıtasıyla 11 kişilik ekip olarak, bir sonraki rotamız olan Paris’i heyecanlı gözlerle keşfetme heyecanını görmeniz gerekirdi. Ve Paris.. Ama anlatacaklarım, ne balkonlarına özendiğimiz çiçekli cennetler, ne sanatına hayran kaldığımız sokaklar, ne kaç asırdır ayakta kalan mimarı yapılar(gerçi Notre-Dame Katedrali yandı ama restorasyonda uzunca bir süredir ), ne de çatılarda arıcılık yaparak bal tadan Paris halkı.Asıl anlatacağım şey;
Père Lachaise mezarlığı diye bilinen (okunuşu Per Laşez) ve dünyanın her yerinden tanınan ama “ebediyete gitti” dedikleri, yaşayan uyuyanları.
Père Lachaise, 44 hektarlık alanda herkesi eşitçe kucaklayan, tüm inanç sistemlerinin ve tüm dinlerin ortak alanı olmuş anlaşılan. Çünkü bir Yahudi ile Müslümanı, bir Hıristiyan ile Budisti veya bir Şaman ile Taoisti aynı sırada yatarken görebilirsiniz. Aynı zamanda sanat bahçesi gibi.. Müzisyen ile ressamın, filozof ile rahibin, yazar ile tiyatrocuların , oyuncular ile solistlerin ve daha nicelerinin yan yana sonsuzluk uykusuna yattığı bir yer. Gel gör ki insan ne olursa olsun toprağa karıştığında özünde hep eşit oluyor hemde bir karış toprakta yan yana. Yılda 2 milyon ziyaretçi alan Père Lachaise mezarlığına bir değinme vaktidir. Günah çıkaran Rahip XIV Louis’in huzurevi diye bilinir. Fakat bir rivayete göre ise manastır bahçesi olarak tarihe geçer ve rahip orada ilk yaşayanlardan ve gömülenlerden olduğu için rahibin anısına onun adı verildiği söylenir.
Napolyon tarafından kurulan mezarlık, Alexander Théodore Brongniart mimarisini tattırmadan sokaklarında gezmenize izin vermez. Sokak diyorum çünkü her mezar bir ahit veya daha büyük bir baş yapıt gibi sizi karşılar. Girişte mezarlığın haritasını almazsanız kaybolma olasılığınız çok yüksek. Gerçi biz, harita aldığımız halde kaybolduk. Çünkü 310 bin den fazla mezar ve bir o kadar da ölü külleri gömülü olan bir alandan söz ediyoruz. Çok ziyaret edilen ilk 10 yerin içinde olması Fransız şair ve yazar La Fontaine ve oyun yazarı Moliére’ in etkisi yadsınamaz bir gerçeklik ama gelin kimler kimler birbirine komşu o alanda biraz söz edelim.
Eğer haritayı girişte rica edip “satın” alırsanız, binden fazla dünyanın ünlü isimlerini alfabetik bir sıraya göre dizayn edildiğini ve sokak isimlerinin numalandırıldığı listeyide haritanın arkasında görebilirsiniz.
Listenin başında (71. Nolu alan ) tanıdık bir isim var.
Zamanında kıymeti anlaşılamamış, memleket sevdasına tutulmuş, “kum” olmuş, “ağlamış” , yetmemiş “sürgün” olmuş , sonra “bahtiyar” olmuş bir “KAYA” dan söz ediyorum.
Ahmet Kaya..
Çok seviyor olsa gerek ülkesini , mezar taşına sevdasını sazıyla, İstanbul silüetini, selvi ağacı kazımışlar. Bir de sürgün acısını..
“Tarifi imkansız
Acılar içindeyim
Gurbette
Akşam oldu yine
Rüzgar peşindeyim
Yurdumdan uzak
Yağmurlar içindeyim
Akşam oldu
Sürgün susuyor”
Demiş diyeceğini üstat, bundan olsa gerek bize yeni Ahmet’lerin acısını yaşatmamak düşer. Ayrıca mezarını yıkarken, su kadar aziz olduğunu ve onu çok özlediğimizi fısıldadım çiçeklerine.
Alfabetik sıranın sonlarına doğru en çok ziyaret edilen bir başka yer ise ; (61 nolu alanda) yoksuldan yana, devrimci ve hep işçi kalan usta sinemacı Çirkin Kral. Yılmaz Güney’in dört ayaklı çelik mezarı neyi temsil eder size bilmem ama ben “çelik” gibi kararlı bir insan fikrinin mezar taşına sirayet ettiğini gördüm.
Bir kaç sokak ilerde, kendi çağının en iyi müzisyeni Chopin’in müziğini duyarsınız. Kendi büstüyle öyle bakar gözlerinize. 39 yaşında dünya ya veda eder. Vasiyeti üzerine cenazesinde kendi bestelediği cenaze marşını değil, Mozart’ın Requiem’inin çalmasını ister. Ve vasiyeti gerçekleştirilir. Bir başka vasiyeti ise; Polonya’daki Kutsal Haç Kilisesine kalbinin gömülmesidir. Ölümünden sonra kalbi Varşova’ya götürülüp, kilisenin sütunu oyularak orada saklanır. Müziği ölümünden sonra hala çalıyor. Sanatı daim olsun.
Tepe gibi bir alanda bir başka deha.. İsim vermeden önce inandığım bir şey var ki söylemem gerek; çağlar değişse de, savaş her şekliyle (sebep ne olursa olsun) ölüm getirdi insanlığa ve barışmak hep en zor olanıydı. Tarih hep bunu zikretti ve bu gün de aynı şeyleri dünyamızda//coğrafyamızda görüyoruz. Önce kendimizle sonra herkesle “barışacağımız” günlere. Kendi ülkesinden uzakta aynı mezarlıkta ; “Özgürlük kanlı elleriyle geldiğinde, onunla el sıkışmam zor olacak” diyen İrlandalı oyun yazarı Oscar Wilde’tan başkası olamaz bu. Kendisi de çok seviliyor olsa gerek, sevenlerinin dudak izleri mezar taşında hala duruyor.
Kitap okuma alışkanlığımın istekli ve heveskar olduğu ilk yıllar, lise dönemine dayanır. Elime alığım ilk kitaplardan biri ise Vadideki Zambak’tır. Sözlerime başlarken mezarlıkta kaybolduğumu söylemiştim;işte o kaybolma, inanılması güç ama ayaklarım Vadideki Zambak’ın yazarını buldu. Mezar taşında; Honore de Balzac, yazıyor. Tesadüfler kapımızı çalsın ne diyelim.
Biraz ilerde dört ayaklı bir ahit karşılar sizi ve 17.yüzyıla yolculuk yapacağınızı bilmeden ayaklarınız sizi mizahın ustası Moliere’in ( 1673 ) mezarına götürür. Biz onu Kadınlar Mektebi Tenkidi ve Versailles Tuluatı oyunları ile biliyoruz. Bu oyunları ile kraliyet yetkilileri ve “soylu” denilen bir kesimin tepkilerini üstüne çektiği gerçeği var. Bundan olsa gerek Kilisenin baskısı ile oyun yasaklanır.Bu gün ise aynı oyunlar farklı dillerde yaşıyor. Ne tuhaftır ki yeni doğan Moliere’lerin eleştirileri, oyunları benzer şekilde yasaklı. Tuhaf değil mi ?
Moliere yakın bir masal kahramanı durur; La Fontaine. Fransız yazar dünya çapında hala en çok okunan masallara sahip.
Ve daha niceleri yatıyor yan yana..
The Doors’un solisti Jim Morrison , spiritüalist filozof Allen Kardec ,George Bizet ,Auguste Blanqui, Marria Callas,Auguste Comte,Edith Piaf , Marcel Proust , Honoré de Balzac, Guillaume Apollinaire, Frédéric Chopin, Colette, Jean-François Champollion, Jean de La Fontaine, Molière, Yves Montand, Simone Signoret, Alfred de Musset, Camille Pissarro,
Kanımca sadece “utanmak” da bir sanat şeklidir, insanız çünkü.. Bu yüzden şimdi vereceğim örneği aynı mezarlıkta görebilirsiniz; Bir anıt mezar.
Fransız savaşlarında ölen Ermeni ve Auschwitz’te ölen Yahudiler için anıt mezardan söz ediyorum. Bir özür mü, yoksa savaşlar yaşandıktan sonra torunlarına miras bıraktıkları bir “utanma” duygusunun simgesi mi bilmem ama anlamlı bir anıt olduğunu ve çok ziyaret edilen bir alan olduğunu söylemeliyim.
Sorsalar, bir mezarlık için onca yolu bir daha gider misin ?
Sanırım şöyle derim; çağlar arası bir yolculukta, bilgelik ve sanatın adresine kim gitmek istemez ki ? Yani insan ömrü de bir yolculuk ise , yolculuğumu en kıymetli kervan da geçirmek ilk talebim olur, bu yüzden talibim öyle bir yolculuğa.
Bir mezarlıktan çok, açık hava müzesi tadında, tarifi zor ama gerçek hislerin adresi. Yolunuz düşerse anarsınız beni . Sevgi ve özlemle anıyorum sonsuzluğa gidenleri.. Umutla kalın..